Her "Bebek" doğduğunda bir "Anne" doğar.

Bu Blogda Ara

Beylikdüzü Mekanları

Işığını Takip Edenler

Beylikdüzü Anaokulu

Bumerang - Yazarkafe

Ekim 02, 2015

Çocuğun Gözüyle Dünya Nasıl Görünüyor Olabilir: Maria Montessori Haklı Mı?


Sabah uyandınız. Uykunuzu almış, tüm enerjiniz yenilenmiş ve müthiş bir keyifle. Ama o da ne? Evdeki herkes uyuyor. Yatağınız o kadar yüksek ki, yalnız başınıza inmeniz neredeyse imkansız. Birinden yardım istemeniz gerek. Sesleniyorsunuz, kimse duymuyor, ağlamaya başlıyorsunuz. Kapıda biri görünüyor. Size "biraz daha uyuyalım, çok erken" diyor. İtiraz ediyorsunuz tabii ki. Erken değil. Sizin de uykunuz yok zaten. Pes edip sizi yataktan alıyor. Koşarak en sevdiğiniz şeyi yapmaya gidiyorsunuz fakat "hayır, önce kahvaltı" diyerek sizi mutfağa götürüyor. Aklınız yapmak istediğiniz şeyde kaldığından bir an önce karnınızı doyurmak istiyorsunuz ama merasim uzadıkça uzuyor, sürekli bir şeyleri yemeniz söyleniyor. Karnınızın doyduğunu hissediyorsunuz ama sizi dinleyen yok, bir yandan sürekli ağzınıza bir şeyler sokuşturuluyor, diğer yandan ısrar ediliyor. Yüzünüzü çevirmeniz, ağzınızı kilitlemeniz, ellerinizle itmeye çalışmanız gereksiz. Ağlamaya başlıyorsunuz. Pes ediyor. Demek ki bu dünyada ağlayarak yaptıramayacağınız bir şey yok.

Yemekten önce bırakmak zorunda kaldığınız sevdiğiniz işe yöneliyorsunuz. Tam zevkle, tadına vararak, kendinizi işinize kaptırmışken "hadi dışarı çıkıyoruz" diyor o ses. İtiraz ediyorsunuz çünkü işinizi bitirmek istiyorsunuz, bu kez dinlemiyor, siz çırpınırken sizi giydirmeye çalışıyor. Stresiniz yükseldikçe daha çok bağırıyorsunuz. "Hani ağlayarak yaptıramayacağım bir şey yoktu?Ağlamaktan gözleriniz kızarmış, biraz da yorulmuş halde çaresiz çıkıyorsunuz. O da ne? Ne kadar ilginç şeyler var dışarıda. Bakmak, görmek ve incelemek için durmak istediğiniz her dakika o emri duyuyorsunuz "Hadi!" "Neden? Neden sürekli ve hızlıca yürümek zorundayım? O zaman çevremi göremiyorum ki!"

Yolda bir arkadaşınızla karşılaşıyorsunuz. Ne harika! Canınız tam da sohbet etmek istiyordu. Arkadaşınız da istiyor üstelik bunu. Ama o ses "Sırası değil" diyor. "Neden? Bence tam da sırası"  Sürekli büyük duvarların, kocaman insanların arasında dolaşıyorsunuz. Gördüğünüz tek şey etrafınızda hızlı hızlı yürüyen bacaklar. Arada sırada bacaklar önünüzde durup yukarıdan bir şeyler söylüyor, saçlarınıza dokunuyor, bazen temas ediyor. Hoşlanmayıp tepki gösterdiğinizde o ses "sadece sevmek istiyorlar" diyor yüksek bir yerden. 


Dönüşte çok sevdiğiniz bir yer görüyorsunuz, biraz uğramaktan zarar gelmez ki, elinizden tutan kocaman şeyi çekiştirmeye başlıyorsunuz ama sizden daha güçlü ve aksi tarafa çekiştiriyor sizi. Ağlama şansını deniyorsunuz. Başarılı. Hey, üstelik kocaman şeyin yanında en sevdiğiniz telefonunuz da var. Hem çok sevdiğiniz yerde, hem de en sevdiğiniz telefonunuzla oynayabileceksiniz. Fakat başka biri de telefonunuzla oynamak istiyor, itiraz ediyorsunuz. Büyük ses "biraz arkadaşın oynasın" diyor. "Neden? Benim telefonumu neden başkası kullanacak ki?" "Paylaşmalısın!" diyor, çaresiz telefonunuzu diğerine veriyorsunuz. "Ya geri vermezse?" Gözleriniz dolu dolu izliyorsunuz, sevdiğiniz yerin keyfi kaçıyor, ağlama şansını denemeye karar veriyorsunuz, "Hem gelmek istiyorsun hem mutlu olmuyorsun!" diyor büyük ses. Biraz etrafta dolanıyorsunuz, tanımadığınız insanların arasında kendinize oyalanacak bir şey bulmaya çalışıyorsunuz. "Bir arkadaş bulsana" diyor büyük ses, tanımadığınız insanların yüzlerine bakıyorsunuz, sohbet etmek isteyecek birini bulurum ümidiyle, tam biriyle sohbet etmeye başlamışken "hadi al telefonunu, gidiyoruz" diyor büyük ses. "Ama daha yeni sohbet etmeye başlamıştık?" İtiraz ediyorsunuz "hep böyle yapıyorsun, bir daha getirmeyeceğim seni!" diyor, çaresiz peşine takılıp gidiyorsunuz.

Daha karnınız acıkmamışken tekrar yemek yemenize karar veriliyor. Üstelik ne yiyeceğiniz sorulmadan. Önünüze konan tabağa bakıyorsunuz. "Hey, ben bunu hiç sevmem!" itirazınız tabii ki dinlenmiyor, bütün çırpınmanız boşa gidiyor ve tabağın içindeki o iğrenç şey ağzınıza dolduruluyor. Yutmadan beklemek, çıkartmaya çalışmak, ağlamak işe yaramıyor. Büyük şey, güçlü elleriyle suratınızı tutup ağzınızı açarak kaşıkları döküyor ağzınıza. Mideniz bulanıyor. "ay bi de bu huyu çıkarttı, yemek istemezse kusmaya çalışıyor" diyor büyük ses, yanındaki büyük şeye. 



Yemek yeme işkencesi bittikten sonra, eğlenceli bir şeyler yapabileceğinizi düşünürken büyük şey alıp yatağınıza koyuyor sizi. Çırpınmak, ağlamak burada da işe yaramıyor. Uykunuz yokken uyumanız, karnınız aç değilken yemek yemeniz beklenen, hiç bir zaman sizin istediğinizin yapılmadığı, fikrinizin sorulmadığı bu yerde, öfke ve kırgınlık duygularıyla ağlamaktan yorulup uykuya dalıyorsunuz. Günün sonrasında da değişen fazla bir şey olmuyor. Siz en sevdiğiniz programı izlerken televizyonu kapatmanız söyleniyor, en sevdiğiniz işe dalmışken işinizden ayrılıp başka şeyler yapmak zorunda kalıyorsunuz. Başka programlar yapmışken size sorulmadan bambaşka şeyler yaptırılıyor. Beğendiğiniz bir şeyi incelemeye çalışırken bırakmanız, eğlenmeye çalışırken sessiz olmanız ya da etrafı dağıtmamanız söyleniyor.

Hem yalnız gibisiniz hem de yalnız olmadığınızı biliyorsunuz. 

Her yaptığınız şeyi büyük sesin onayı ya da itirazı ile yapıyorsunuz. Ne yiyeceğiniz, ne giyeceğiniz ya da o anda ne yapmak istediğiniz asla size sorulmadığı gibi, beş dakika sonra ne olacağını asla bilemiyorsunuz. İtiraz etmeniz halinde, eğer çok ciddi sorun çıkartmıyorsanız asla bir şey değişmiyor, bu -çok ciddi- sorunun ciddiyet seviyesi de sürekli değişiyor. Bazen küçük bir mızmızlanma yetiyor, bazen yerlerde yuvarlanmanız gerekiyor.

Sürekli o dünyaya ait olmadığınızı düşünmeye başlıyorsunuz. Sizin boyutlarınızda insanların, sizin boyutlarınızda eşyaların olduğu, fikrinizin sorulduğu ve onayınızın alındığı, hayatınızın programını kendinizin yapacağı başka bir dünya olabileceğini hayal ederken, büyüyorsunuz.

Çocukluğunuz ait olmadığınız bir yerde geçmiş olarak!




Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Fikrinizi paylaşın