Boris Vian'ın "Yüreksöken" kitabını bilir misiniz? İlk okuduğumda kitaptaki anne karakterinin kafayı yemiş olduğunu düşünmüştüm. Anne olduktan sonra biraz (ama çok az) hak verdiysem de kendisine, halen zırdeli olduğunu düşünüyorum.
Çoğu anne gibi ben de çocuğumun geçirebileceği kazalarla ilgili en iyi senaristleri kıskandırabilecek potansiyelde senaryo yazabiliyorum bazen. Ancak Clementine bu konuda zamanla kendini aşan bir ablamız. Küçük bir örnek vereyim hemen; tuvalet kağıdı fabrikasında ruloları saran kadınlardan birinin kocasına kızıp evden çıkmadan onu arsenikle zehirlediği ve bu esnada ellerine bulaşan arseniğin tuvalet kağıdına geçtiği, çocuğun poposuna nüfuz eden zehrin çocuğunu acılar içinde öldürdüğü... (Çocuklarını bu tehlikeden koruyabilmek için, hayvanlar gibi popolarını yalayarak temizlemeyi düşündüğü konusuna hiç girmeyeceğim.) Clementine böyle kaçık bir abla, çocuklarına en iyi parçaları yedirebilmek için onlardan kalan artıkları dolabındaki ayakkabı kutusunda saklayan ve kurtlanmış etlerle, küflenmiş peynirlerle karnını doyuran, kusmamak için çok aç olması gerektiğini bildiğinden tüm gün aç dolaşan ve bunu tüm iyi annelerin yaptığını düşünen. Ne kadar kötü kokar ve çürürse fedakarlığının o kadar büyük olacağını düşünen. Çocukların annelerine ait olduğunu düşünen.
Çocuklar uyanıkken evde ateş yakılmasını yasaklayan, yemekleri onlar uyurken pişirip çocuklara ve evdeki herkese soğuk soğuk yediren. Çocukları kaza geçirir diye korktuğu için bahçeye çıkmalarını yasaklayan. Çocukları başkasını kendisini sevdiği gibi sevmesin diye kocasını evden uzaklaştıran, onlara öğretmen tutmaktan korkan. Çocukları tırmanmasın diye bahçedeki tüm ağaçları kestiren ve en sonunda da onlara çelikten bir kafes yaptıran...
Durup dururken aklıma clementinenin düşmesinin bir sebebi var elbette. Bugün bir haber okudum çünkü:
Kütahya Dumlupınar Üniversitesi’nde okuyorlar. Birinci sınıf. Sevgililer. İkisi de 18 yaşında. Ferzan’ın deyimiyle, “masum bir aşk” yaşıyorlar. Ama ne yazık ki, Harun artık hayatta değil. Öldü. Annesiyle, boynundaki morluklar yüzünden tartışırken öldü.Baştan anlatayım...Harun, vizeleri bitince, eve geliyor. Annesi de oğlunun boynundaki morluklara takıyor. Kız arkadaşıyla yaşadığı ilişki yüzünden evde kavga çıkıyor. Detaylarını okuyacaksınız...Bu tartışmalar esnasında anne, “Kendimi balkondan atacağım” diyor, Harun, “Sen ölme annem, sana canım kurban. Sen daha değerlisin” diyor, sinirinden cama yumruk atıyor. Ve olmayacak bir şey oluyor, cam şahdamarını kesiyor. Harun hayatını kaybediyor!
Her anne (en azından benim bildiklerim) evladını sever, üzerine titrer, iyiliğini düşünür. Bazı konularda uyarır. Ama ötesi bence hastalık sınıfına giriyor. Bu kadar hayatına girmeye çalışmak, o hayatın içindeki en önemli şey olmaya çalışmak, hem çocuğa haksızlık hem anne için bir hastalık. Çocuğuna birey gibi değil de vücudunda çıkmış bir et beni gibi davranmak, ondan bir türlü kopamamak, hatta bunun düşüncesine bile tahammül edememek tedavi edilmesi gereken düşünceler sınıfında olabilir. Bu tutkunun nerelere varabildiğini ve nelere yol açabildiğini birkaç yıl öncesinde toplumca gördük. (bakınız Semra kaynana)
Çocuklarımız bizden ayrı birer insan. Onları bizim doğurmuş olmamız bizim doğrularımızı doğruları olarak kabul edecekleri, bizim yaşam biçimimizi, inancımızı, düşüncelerimizi kopyalayacakları anlamına gelmiyor. Onu "bir başka insan" olarak görmek, kendinizi de o insanın yaşamının yalnızca bir parçası olarak düşünmek gururunuzu incitiyorsa belki de yardım almanız gereken bir konu vardır. Clementine kadar abartmıyor olsanız da...
Haberin linki :http://www.hurriyet.com.tr/ferzan-ile-harun-25217356
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder
Fikrinizi paylaşın