Hayatınızdan yazılmaya değer kaç kişi geçer?
Bir?
On?
Yüz?
Sanırım zannettiğimizden daha fazla, anlatılmaya ya da yazılmaya değer kişilerle karşılaşıyoruz ve gariptir ki bu kişileri bile unutabiliyoruz.
Akşam yine Ada'nın okulunda bir şeylere kızmış halde söylenirken, değerli bir öğretmen blogsever, bana birini hatırlattı. (Blogsever: beni okuyanlara takipçi, okuyucu falan gibi şeyler söylemek beni geriyor biraz ne desem bilemedim bu kelimeyi uydurdum.) Lise yıllarımda karşıma çıkmış, hayatıma değer katmış, sonra hayatımdan geldiği gibi geçip gitmiş biri. Üstelik kendimi saatlerdir zorlamama rağmen adını bir türlü hatırlayamadığım biri. Yüzünü, sesini ve anlattıklarını hiç unutmadım ama. Coğrafya öğretmenimdi, yalnızca bir dönem dersini aldım, keşke onu daha önce ve daha çok tanısaydım dediğim biriydi o dönemlerde. Buna rağmen maalesef ki adını hatırlamıyorum (isim hafızam asla kuvvetli olmadı nedense. koku hafızam bile çok daha iyidir.)
Ben kredili sistem denen o hala ne olduğunu tam olarak anlayamadığım eğitim sisteminde okudum. Üçüncü sınıfın ikinci döneminde bana verilen seçmeli dersler listesinden sözel ağırlıklı olanları (kredilerim mi tamamlanmıştı neydi, mezun olabilir durumdaydım ve kasmama gerek yoktu) seçmem gerekiyordu ben de ülkeler coğrafyası diye bir dersi seçtim. İlk derste sınıfa giren ince uzun, bir şaire benzediği halde nedense öğretmen olmayı seçmiş adam, bana (hatta bize dersem abartmam sanırım) edebiyatı, tiyatroyu ve sinemayı sevdirdi. Üstelik coğrafya dersinde.
Filmlerde izlediğimiz idealist öğretmenlerin gerçek hayatta da var olduğunu O'nu hatırlayana kadar unutmuştum. Evet, bu adam gerçekten vardı, beni Özdemir Asaf'la, Oruç Aruoba'yla, Jean Jacques Rousseau'yla tanıştırdı, hatta pek çok yazarla onun önerisiyle üye olduğum ilçe kütüphanesinde tanıştım. Esaretin Bedeli, Pulp Fiction, Ölü Ozanlar Derneği, onun tavsiyesiyle izlemeye başlayıp bir dönem vizyondaki tüm filmleri izleyecek kadar sinema hastası olmamı sağlayan filmlerden bir kaçıydı. Tiyatroya ilk kez onun tavsiyesiyle gitmiştim (Sevinç Erbulak'ın Derya Gülü'nü izlemiştim ve bugün gibi hatırlıyorum o görüntüleri, o heyecanımı) Sonra her hafta bir oyun izler hale geldim bir dönem. ( bir dönem diyorum ki o dönemler anne olmamla bitti)
Ödev vermezdi, onun yerine o vakitte kitap okumamızı isterdi. Sonra derse başlamadan kitapla ilgili konuşmak isteyen var mı diye sorardı. "Ne anladınız?" Bizi dinler, sonra biraz kendi konuşur, sonra da "hadi ders yapalım" der, anlatırdı. İnek sayılabilecek bir öğrenci olduğum halde onun dersinde defter tutmadım, hatta dersin kitabını dahi almadım. Sınıfta birkaç kişi alsın yeter demiş para toplatmıştı, 6-7 kitap alınmıştı, elden ele gezerdi. Buna rağmen sabaha kadar oturup ezberlemeden yüksek not aldığım tek sözel ders onun dersiydi. Çok normal. Nasıl ki Sevinç Erbulak'ın mavi elbisesinin sahnedeki hışırtısını unutmuyorum, onun söylediklerini de unutmuyordum.
O bir coğrafya öğretmeniydi. Çoğu sözel öğretmenleri gibi kitaptan okuyarak bize altını çizdirebilir, sonra da onları ezberletip sınav yapar, geçenlere eyvallah der, kalanlarla alttan derslerde görüşebilirdi.(Kredili sistemciler alttan dersi bilir bilmeyenler için; kaldığın dersi tekrar almak, bizde sınıfta kalma yoktu, dersten kalma ve kendi dönemine devam ederken o dersi bir önceki sınıfla birlikte tekrar alma zorunluluğu vardı)
Bize sadece coğrafya anlatabilirdi. Hayatlarımıza dokunmadan çıkıp gidebilirdi hayatımızdan. Ama yapmadı. Hayatımıza çok geç kalmış tatları soktu, bize yaşamın en güzel yanını gösterdi, öyle çıktı hayatımızdan. Dersi bitirirken "sinemaya gidin çocuklar, müzelere gidin çocuklar, tiyatroya gidin çocuklar, kitap okuyun çocuklar, hayatı boşa harcamayın çocuklar" derdi melodili bir şekilde. O bir öğretmendi, gerçekten öğreten bir öğretmendi. Sınavlarda kitap defter açmamıza izin verecek ve bunu yapmamıza gerek kalmayacağını bilecek kadar iyi bir öğretmen hem de.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder
Fikrinizi paylaşın