Bir arkadaşım annesini kaybetti. 3.5 yaşındaki oğlu anneanneye dehşet bağlı olduğundan ilk aklıma gelen şeylerden biri ona nasıl söylediği, onun ne tepki verdiği oldu. "Söylemedim ki gördü" dedi, "nasıl yani, neyi gördü?" dedim, tüm aşamalarda oğlunu yanında tutmuş, hepsini birlikte yaşamışlar ve üstelik anneannesiyle vedalaştırmış, şoka uğramış vaziyette "korkmadı mı?" diye sordum, "bunun korkulacak bir şey olduğunu bilmiyor ki neden korksun?" diye sordu. Aklıma pek çok ülkede yapılan açık tabutlu vedalaşma törenleri geldi. Haklıydı, bu durum karşısında dehşete düşen bendim, çocuğun konu hakkında bir düşüncesi, bir birikimi olmadığından o gayet normal karşılamıştı durumu, ellerine dokunmuş ve sadece "biraz garip göründüğünü" söylemiş. Ada'yı dedesinin ölümünün yol açacağı travmadan korumak için nasıl çırpındığımı düşündüm bir an, durum benim için travmatikti dolayısıyla onun için de öyle olması gerekiyor gibi geldi, ona nasıl söyleyeceğim, onu hangi aşamada nasıl bu gerçeklikle yüzleştireceğim konuları benim için ciddi kaygı yarattı o dönem. Dolayısıyla Ada bu durumdan çok etkilendi. Halbuki ölüm nedir bilmiyordu. Bilen bendim.
Arkadaşım biraz korkusuz bir tiptir. Çocuğu da onun yolundan ilerliyor. Bebekken zifiri karanlıkta uyuduğunu gördüğümde de çok şaşırmıştım mesela. "Karanlıktan korkmuyor mu?" diye sormuştum, çünkü ben karanlıktan korkuyorum ve Ada'nın da Deniz'in de korkacağını düşündüğüm için odalarına birer gece lambası koydum. Derin uykularının arasında bile o ışığın kapandığını fark edecek kadar korkuyorlar karanlıktan. Benim gibi. Hayvanlardan çok korkarım. Ne olduğu önemli değil, kedi, köpek, kuş... Çocuklarım da çok korkuyorlar. Üstelik bu konuda özellikle dikkatli davrandığım halde. Çocuklarım hayvan sever olsunlar istediğim ve bunu desteklemeye çalıştığım halde. Bir arkadaşım kedilerden korkuyor, öyle ki çöp kutularının yanından bile geçemiyor içinden kedi fırlayacak korkusuyla. Çocuğu da korkuyor. Halbuki bebekler hayvanları severler. Onlardan korkmazlar. Korkan biziz ve büyüdükçe bize benzeyen minyatürlerimiz.
Ada iki yaşındaydı, psikolog bir arkadaşım ile sohbet ediyorduk, ona hararetle Ada'nın bir şeylere son verme endişesinden bahsediyordum, el yıkamayı bitirmenin nasıl sorun olduğundan, parktan çıkması gerektiğinde nasıl mutsuz olduğundan, banyodan çıkarken nasıl ortalığı birbirine kattığından falan... Sonuna kadar gülümseyerek dinledi, sonra da buna neden böyle bir anlam yüklediğimi sordu, "anlam yüklemek derken?" dedim, "iki yaş çocukları için her şey sorundur, sevdikleri faaliyetleri bitirmek özellikle sorundur, sen neden bunu son verme endişesi olarak yorumluyorsun?" dedi, aptal aptal baktığımı görünce, "bitişler seni endişelendirir mi?" diye sordu, "evet, genellikle" dedim, "o zaman gayet normal bir iki yaş çocuğu ve bir şeyleri bitirmekte zorlanan bir anne var elimizde" dedi.
Ada sadece "davranıyor"du.
Anne ise "yorumluyor"du.
Kendi duygularıyla, düşünceleriyle, tecrübeleriyle.
Sanırım bir anne olarak, benim neyi, nasıl gördüğümün, çocuklarımın hayatı için çok fazla önemi var. Farkında olmadan onlara kendi bakışımı öğretiyorum çünkü. Kendi korkularımı, kendi acılarımı, kendi inançlarımı. Halbuki tam tersi olsun istiyorum. Kendileri yaşasın, kendileri öğrensin.
Ada geçenlerde "bir gün sıcak hava balonuna binelim anne" dedi, ben de "sanırım bundan korkarım" dedim, "korkma anne, sadece manzaranın tadını çıkart" dedi. Benim için korkutucu olan, onun için harika bir deneyim olabilir, tam da onun söylediği gibi. Keşke nasıl yapacağımı bilsem de, bıraksam, tadını çıkartsalar...
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder
Fikrinizi paylaşın