-Hiç çalışmadığı- halde sürekli yüksek notlar alan,ders notlarını istediğinde "ay canıım ben de hiç not almadım" diyen ama defteri hoca tarafından sınav öncesi istenen, sabahın köründeki derse gece kulübüne gider gibi gelip "ay uyuyakalmışım ya" diyen.... Okul bitince bitecek sanıyordum bu mükemmel ablalar ve bendeki kendini beceriksiz hissetme hali. Sürekli ders çalışmaktan, hocanın ağzından her çıkanı yazmaktan, sabah yataktan kalktığımda suratımda oluşan yastık izlerine bakarken "millet nasıl ben nasılım ya!" diye hayıflanmaktan canım çıkmıştı çünkü. Çünkü "Onları" gerçek sanıyordum.
Sonra anne olacağımı öğrendiğimde geri geldiler. Halbuki hiç gereği yoktu. Yıllardır ne güzel geçinip gidiyordum. Ben kusmaktan feleğim şaşmış, yüzümü gözümü sivilce basmış, koca göbeğimi nereye sığdıracağımı bilemeden gebeliğe alışmaya çalışırken, onlar bembeyaz elbiseleriyle, kafalarında papatyadan taçları, kırlarda göğe bakarak poz veriyorlardı. Dünyadaki tek çirkin hamile bendim galiba. Onların bir de üstüne "yattığı gibi uyuyan", "sokaklarda ter ter tepinmeyen" ve "sürekli gülümseyip şirinlik yapan" çocukları olmuştu. Anneliği de beceremiyordum. Ne güzel.
Zamanla, çevremde yaşadıklarımı yaşayan çok fazla insan olduğunu anlamaya başladım. (iyi ki yazıyordum) Zamanla bu mükemmel ablaların, "yaşamak istedikleri hayatı, yaşıyormuşçasına" yaşadıklarını anladım. Başkalarının ne düşündüğüne, kaç kişinin kendisiyle ilgilendiğine, kendilerinin ne hissettiğinden daha fazla değer verdiklerini anladım.
Evine gelen yardımcıyı sır gibi saklayarak sürekli temizliğine övgü almaya çalışan, ayağında sallayarak uyuttuğu bebeğini beşiğinde uyurken fotoğraflayıp uyku eğitimi postları yayınlayan, dışarıdan aldığı keki kendi marifeti olarak servis yapan, kendi kurguladığı yalan dünyasında, hayatını başkasının alkışlarına sunan tuhaf yaratıklardı onlar artık benim gözümde. Sonra insanın neden bunu yapmayı tercih edebileceği üzerine kafa yormaya başladım. Hiç tanımadığın insanların, gerçek olmadığını bildiğin övgüler düzmesinin insana kendini nasıl iyi hissettirdiğine ya da hissettireceğine. Cevabı çok yeni buldum. Önemli olan "hisler" değildi.
Blog yazmaya başladığımda -evet buralar dutluktu- bloggerlik işi böylesine popüler değildi. İşin içine para girmeye başladığında, her işin olduğu gibi, bu işin de şekli değişti. Buna ilk ayışım sanırım "ben de blog yazmak istiyorum, kazancınız iyi mi?" mailleri gelmeye başladığında oldu. İkincisi de, bir firmanın gönderdiği ürün numunesi hakkında "gerçek" düşüncelerimi yazdığımda aldığım mail ve firmanın sizinle "çalışamayacağız" beyanıydı. Bense onlarla "çalıştığımın" bile farkında değildim.Bir annenin fikrini almak için ürün göndermişlerdi, ben de fikrimi beyan etmiştim. Blogdan para kazanmak, evet keyifli ve istenen bir şey, ama her işte olduğu gibi, bu amaç değerlerinizin önüne geçtiğinde tehlikeli ve istenmeyen sonuçlar doğurabiliyor. Özellikle işin içinde "çocuk" varsa.
Ada doğduğunda, acemiydim. Her duyduğuma, her gördüğüme, her okuduğuma inanan, pimpirikli, dünyada bir tek kendisi doğurmuş zanneden ve bulduğu her bilgi kırıntısını günlerce evirip çevirip anlamaya çalışan, doktora bir sayfa dolusu soru ile gidip, onun ağzından çıkan her cümleyi yazarak ezberleyip uygulayan ve çocuk hapşursa, psikolojisi bozulmuş mudur diye psikolog peşinde koşan. Çoğumuz gibi. Normal. Sıradan. Ve acemi.
Ada 7 yaşına girmek üzere. Deniz 4. Blog da 6. Artık daha az acemiyim. Yazdığım eski yazıları okudukça -ki çok sık okuyorum. Kendini okumayı seven bir megaloman olabilirim- yazım dilimin olduğu kadar fikirlerimin de değiştiğini, geliştiğini, olgunlaştığını görebiliyorum. Ama ısrarla üzerinde durduğum şey değişmedi. Çocuğunuz, biriciktir. Bu blogda ya da herhangi bir yerde ne yazıyor olursa olsun, çocuğunuz için en doğrusunu, onu tanıyan, öyküsünü bilen ve onun başına gelebilecek en küçük zararın, hayatında fark yaratacağı insanlar bilir. Kimse, hiç kimse, çocuğunuzu sizden iyi tanıyamaz ve sizin kadar düşünemez. "En blogger" bulduğunuz kişilerin bile arkasındaki akademik bilgiyi, size verdikleri bilgi üzerinde -maddi- kazançları olup olmadığını, bu bilgiyle ne yapacağınızı çok iyi düşünün. Çok yollardan geçeceksiniz. Eğer bizimki gibi aile dostunuz olan ve sizin / çocuklarınızın iyiliğini düşünerek size dürüst davranacak doktorlarınız yoksa, ya da doktorunuzun size verdiği tavsiyelerin arkasında maddi bir kaynak olup olmadığını araştırmadıysanız, doktorunuza bile -ikinci/üçüncü görüşü almadan- güvenmeyin.
Yedi yıllık annelik serüvenime baktığımda, biraz şanslı olduğumu biraz da akıllıca hareket ettiğimi görüyorum.
Eğer, doktorum bana normal doğumun korkulacak bir şey olmadığını, her şeyin bir kaç saat içinde geçip gideceğini ve bu sırada bana yardımcı olacaklarını ve onlara (doğum ekibi) güvenebileceğimi, tek doğum yapan kadının ben olmadığımı ve sadece buna inanmamı söylemeseydi, iki tane planlı sezaryen doğum yapmış olacaktım. Bu esnada, üye olduğum bir "hamileler grubu", enjeksiyon fobisi olan ve testler için kan vermeye çalışırken ayılıp bayılan, ortalığı birbirine katan, eşini yanında isteyen benim, asla normal doğuramayacağım konusunda -çocuğumun hayatını da riske atacağım da dahil bir sürü akıl vererek- beni ikna etmeye çalışıyordu. Mantıklı düşünürsek, evet acı eşiğim yüksekti, ancak acı çekmeye karşı olan fobim o acıyı yaşamadan önce mantığımı kilitliyor, bir şey düşünemez hale geliyordum. Doktorumu mu dinlemeliyim, tecrübe etmiş olanları mı diye düşünmeye başladığımda, bunun daha başlangıç olduğunu bilmiyordum. Eğer yapamayacağımı düşünürsem -çünkü doğum, tüm öğrendiklerimden sonra, ya bebeği ya beni öldürecek zannettiren bir paranoyaya dönüşmüştü benim için- doktorum beni ve bebeğimi nasıl kurtarabileceğini biliyordu. -Teknik bilgi, tecrübeyi yener.- En fazla üç - dört doğum -doğurmak- tecrübesi olan insanlara inanmak yerine, yüzlerce tecrübesi olan -doğurtmak- doktoruma güvendim.
Ve eğer yine, Ada iki günlükken "kilo alamadığını" söyleyen doktor elimize mama tutuşturup "mama vermezseniz sarılıktan hastaneye yatırmamız gerekir" diyerek ödümüzü patlattığında, bizi tanıyan başka bir doktoru aramayıp ondan, "sen Ada gibi beş çocuğu çatır çatır emzirirsin ne mamasıymış" cümlesini duymasaydık, "sütüm yetmedi mama verdim" diyecektim. Tanıdığımız doktor bunu söylemişti çünkü daha doğum yaptığım akşam mastit olmuştum. Hastanın hikayesi, teknik bilgiyi yener. Bunları düşünemeyecek kadar bebeğimize yoğunlaştığımız esnada, elimize tutuşturulan mama, bize o an, çocuğumuz için yapabileceğimiz en doğru şey gibi gelmişti ama bunu söyleyen doktor, gebelik ve doğum hikayemizi bilmiyordu.
Hayatım boyunca çok mantıklı bir insan olamadım. Duygularımla hareket ettim ve bu yüzden de kararlarım mantıkla alınan kararlar gibi uzun süre geçerliliğini koruyamadı -duygular değişir- Ancak anne olduktan sonra, bunu yapamayacağımı fark ettim. Çünkü, birileri sürekli duygularınızı kullanarak sizi yönlendirmeye, sizin adınıza kararlar almaya, bu duygulardan fayda sağlamaya çalışıyor. -Hayatımın en paranoyak dönemi sanırım annelik- O yüzden, biri bir şeyi söylediğinde, yaptığında ya da önerdiğinde "neden" diye düşünmeyi alışkanlık haline getirdim. Karşı fikirleri okumayı, bu tartışmaların içinde bulabildiğim bilgi kırıntılarını bir kenara not ederek, araştırmayı, kendi doğrumu, kendi hikayem üzerinden bulmayı.
Sosyal medyada sürekli tekrarlanan "en anne benim" tartışmaları, benim en sevdiğim şeyler bu yüzden. Pervasızca ortaya dökülen bilgiler, diğerini çürütmeye çalışan fikirler, teknik bilgiler, kişisel hikayeler, tecrübeler, yeni şeyler öğrenmemize, öğrendiklerimizi kıyaslamamıza, doğrularımızı test etmemize olanak sağlıyor. Devamını diliyorum ancak, körü körüne taraf olmak, arkasındaki bilgi, deneyim ve sebebi araştırmadan bir fikri sahiplenmeye çalışmak, her gördüğünü gerçek sanmak, çok tehlikeli. Hiç haddim olmadan, bazı önerilerde bulunasım geldi, bu kocaman yazının sebebi bu aslında;
Size bir bilgiyi verenin, bu bilgiyi neden verdiğini, sizin bu bilgi ile ne yapacağınızı ve bu yapacağınız şeyin o kişiye fayda sağlayıp sağlamayacağını düşünün.
Her hikayenin, parmak izi gibi, insana özel olduğunu unutmayın. (Ben de öyle yaptım, o öyle yapmış, ona iyi gelmiş, bu böyle demiş, referans alınacak bilgi değildir.)
Görünen gerçek olmayabilir. Görünmesini istenenin ne olduğuna daha dikkatli bakmaya çalışın.
Size tavsiyeyi veren, size herhangi biri gibi davranıyorsa, sizin hakkınızda bildiği şeylerden emin olun. Tavsiyenin geçerliliği, tavsiyeyi verenin sizi ne kadar tanıdığıyla ilgilidir. ( Bebeğinizin prematüre olduğunu bilmeden, fiziksel gelişimi ile ilgili fikir veren parktaki teyze ne kadar mühimse, bunu sormadan muayene eden doktor da o kadar mühimdir.)
Hikayenizi bilin. Farkında olun. Kimse sizin yaşamınızla ilgili sizden daha çok bilgi sahibi olamaz.
İnsanlar başa çıkamayacaklarını düşündükleri konularda, başkasının ne yapması gerektiğini söylemesini istiyor, evet. Söz konusu, çocuğunuzun psikolojisi, sağlığı ya da mutluluğu ise, kimseyi üstün mercii olarak kabul etmeyin. Sizin herhangi bir blogger anneden (arkasını dolduran bir akademik bilgisi / eğitimi yoksa) bir farkınız yok, bunu unutmayın.
İmza: Blog Yazarı
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder
Fikrinizi paylaşın