Her "Bebek" doğduğunda bir "Anne" doğar.

Bu Blogda Ara

Beylikdüzü Mekanları

Işığını Takip Edenler

Beylikdüzü Anaokulu

Bumerang - Yazarkafe

Haziran 10, 2016

TSDE- Ki Dergi Judith Liberman Söyleşisinden

Bugün size bir dergiden bahsetmek istiyorum. Ama önce bu dergiyi yayınlayan kurumdan, daha doğrusu Sistem Diziminden bahsetmeliyim.


Sistem Dizimi kelimesini çok sevdiğim arkadaşım Ayşe Dilek Ergüler'den duyalı iki - üç yıl olmuştur. O zaman Ayşe Dilek'in avukat olması nedeniyle sanırım, hukuki bir terim olduğunu düşünmüş ve çok da ilgilenmemiştim. Ancak sonrasında tesadüfen keşfettiğim "Ki Dergi" sayesinde bunun bir terapi yöntemi olduğunu öğrendim ve ancak o zaman ilgimi çekmeye başladı. Sistem Dizimi ya da çok daha fazla rastlanan ismiyle Aile Dizimi, kuşaklar boyunca nesillerin yaşadığı travmaların üzerimizdeki etkisinden kurtulmamızı yani atalarımızdan aldığımız blokajların çözülmesini sağlayan bir terapi sistemi.  Detaylarını http://www.tsde.org adresinden öğrenebilirsiniz.

Dönemsel çıkarttıkları Ki Dergi ise tam bir şaheser. Yalnızca internet üzerinden erişilebilen dergiyi çıktısını alarak saklıyorum. Çünkü ben halen altını çizerek, kenarlarına notlar alarak okuyanlardanım. Aynı adres üzerindeki yayınlar bölümünden ulaşabilirsiniz dergiye. Bence mutlak göz atın.

Sistem dizimi ve Ki Dergi'yi bloga taşıma amacım beni büyüleyen bir röportajı herkese ulaşır hale getirmekti. O yüzden fazla uzatmadan röportajdan bir kısmını aktarıyorum;




Kumbaracıbaşı Yokuşu’ndan aşağı inerken sanki İstanbul’dan bir an için kopuyorsunuz. Numara 50, küçük sıcacık bir mekan. Masal dinlemeye gelmiş her yaştan insan var. Çocuk mu? Sadece iki tane. Bu masallar sadece çocuklar için değil büyükler için yazılmış. Judith, gerek müzikle, gerek mimikleriyle bizi “bir varmış, bir yokmuş“ zamanına götürüyor, dere tepe düz giderken, diye yol alıyor, onun sesindeki melodiye kulak veriyoruz. Çocuk oluyoruz, yetişkin oluyoruz. “Masallar bilge arkadaşlar gibidirler, sana gelmelerinin bir sebebi vardır“ diyor Judith.

Judith’le söyleşi yapmak da, masal gibi. O kadar güzel anlatıyor ki, araya girip soru sormak istemiyorsun… 

 “Masallarda herkes prensini mi bekliyor.” 
Masallarda her şey simgesel. Herkesin aşkın peşinde olduğu da bir simge. Birlik nedir? Tam olma halimize ulaşmak. Aslında hepimiz, tam olma, huzurlu ve mutlu olma haline ulaşmaya çalışıyoruz. Belki de o tamlık, senin için bir evlilik olabilir. Belki bir insanla gerçekleşir, belki de birçok anlamda kendi benliğinle. 

Çocuklar ise masalları dinlerken, masallardaki aşk ya da evliliğin bir kontrat değil, daha derin bir şey olduğunu biliyorlar aslında... Masallarda kahramanlar arketipsel... Güzellik de, kişinin iç dünyasının dışına yansıması. Birçok masalda güzel derken kalbin temiz olması anlatılıyor. İçimizde ya tamamen iyi, ya tamamen kötü karakteri barındırıyoruz. Tamamen iyi olan yanımızla, o küçük kız, hep cömert, hep iyidir. Masalda yola çıkar ve o yolda birine yardım eder. Ve ödülü, her gün daha güzel olmaktır. Kötü yanımız da masallarda fiziksel olarak çok çirkin sembolize edilmez. Ama içi kapkaranlık ve sabırsızdır. O yola çıktığında ise yardım etmek yerine hep alır. Cezası da çirkin görünmektir. Aslında hayatta da böyle şeyler olur. Burada güzellik kavramından model olarak bahsetmiyoruz. İyiliğin insanın yüzüne yansımasını anlatıyoruz. 

“Masalları okumayacağız, anlatacağız.” 
Masalları dinlerken, içimizde bir yere ulaşıyor, demleniyor. Bir daha anlatınca, sana ait olan bir şeyi ekliyorsun, beğenmediğin bir şey varsa, onu çıkartıyor, bir daha anlatmıyorsun. Herkes masalları kendi değerlerine göre değiştiriyor. Masal gönüle, gönülden de dile geliyor. Böyle bir yolculuk.

“Masallar kişiselleştirildiği için ayakta kalıyor.” 
Ne kadar değiştirilse de, özü kalıyor, ama ayrıntılar değişebiliyor. Kemerin altın mı, işlemeli mi olduğu önemli değil. Önemli olan, senin için güzel bir kemer olması. Senin için hangisi zevkliyse masala onu öyle eklersin. O yüzden çok derin psikolojik etkisi var. Bir anne, çocuğuna masal okurken, ondan çok farklı değerlere sahip bir yazarın yazıya döktüğünü okuyor. Anne kendi değerlerini ifade etmediği için aslında bu bir duvar. Oysa bazı masallar, çok ulusalcı, çok ırkcı bir dönemde yazıldı ve bazı değerleri içinde barındırırdı. Mesela bir insan cimri ve açgözlüyse, masallarda o kişi yahudi olarak adlandırılıyordu. Açgözlü insan, neden yahudi olsun ki?



“Kırmızı Başlıklı Kız’ın şapkasının kırmızı olması değil önemli olan, önemli olan yutulması...” 
Her masalın bir sürü versiyonu var. Kırmızı Başlıklı Kız, yutulduktan sonra o kozadan çıkıyor. Temelde çok derin bir yolculuk var. Bizim bilinçaltında yapmamız gereken bir yolculuk. Büyümek için insanın bilinmezliğe doğru gitmesi, risk alması gerekiyor. Bu riski aldığı zaman yutulacak, orada bir süre midenin içinde kalacak, kozada kalır gibi. Midenin içinde dönüşüm yaşayacak ve bu sayede kendi kendine kozadan çıkma gücü kazanacak. 

Ben bu masalda hiçbir zaman avcı versiyonunu anlatmam, avcı versiyonu dışarıdan çıkartıyor. Birçok versiyonda Kırmızı Başlıklı Kız cebindeki makaslar sayesinde kozanın içinden çıkıyor. Bu, aslında derin bir psikolojik yolculuk. 

 “Masalları yazmak, bir hiyerarşi yaratıyor.” 
Yazmak aslında bir otorite, bir hiyerarşi yaratıyor. Masallar yazıya dökülmeden önce, bütün ülkelerde kadınlar tarafından anlatılıyordu. Ama daha sonra güçlü emperyalist ülkelerin zengin, eğitimli ve şehirli erkekleri tarafından yazıya döküldü. Fransa’da Kırmızı Başlıklı Kız’ın en son versiyonunu, erkek gücünü onaylayan Perrault yazdı. Bu versiyonda genç kız büyüme esnasında yutulduğunda bir erkek ya da eş yardımıyla mideden çıkabiliyor. 

Bu koza-kelebek hikayesine benzer. Kozayı kelebek yerine siz açarsanız bu kelebek uçamaz. Çünkü koza açma mücadelesi, kelebeğin kanatlarını güçlendirir ve ancak kendi kozasını açan kelebek bu güce sahip olur. Kırmızı Başlıklı Kız, ormana gidip yutulduğunda çaresizliği hissediyor, dibe vuruyor ve o anda “benim makasım var, ben buradan çıkarım” diyor. Makasıyla kozadan kendisi çıkabilen, uçabilen bir Kırmızı Başlıklı Kız. 

 “Masalların derininde, ruhumuzun yarattığı bu bilinçaltı yolculuklar var.” 
Aslında masallarda anlatılanların hepsi yaşamın kendisi. Ara sıra hayatta dibe vurduğun zaman yutuluyorsun ve bu kozanın içindeki dönüşüm tohumun öyküsü gibi. Toprak onu yutuyor, tohum karanlık içinde kayboluyor, toprak onu sindiriyor. Belki bir tehlike var, ancak tohum sadece uyursa ve beklerse çıkıyor, ağaç oluyor. 

Masallar bizim de birer tohum olduğumuzu ve bir şeyin içinde yutulmaya, durmaya kışı, karanlığı yaşamaya ihtiyacımız olduğunu söylüyor. Büyümek, bir sonraki adıma gitmek için. Kırmızı Başlıklı Kız da da böyle, kurdun karnından çıkan artık bir çocuk değil. Kendi kendisine bakabilen kendisini koruyabilen genç bir kadın. 



“Çocuklar kurttan korkar mı? “ 
Bizim bir mantıksal, bir de sezgisel zihnimiz var. Yetişkinlerin sezgisel zihninde düşünme tarzı zayıf olsa da, çocukların sezgileri çok güçlü. Masalda da o sezgisel dil konuşuyor. Hiç bir çocuk kurdun göbeğinden tüm kıyafetleriyle ya da sadece tokası düşerek çıkmış Kırmızı Başlıklı Kız’a şaşırıp sormuyor. Zaten kızın gerçekten öldüğünü ve yendiğini görmediği, mantıklı düşünmediği için bunun simgesel olduğunu algılıyor. Masallarda kıyafetler, yemekler değişebilir, ormanda kurtla, ayıyla ya da aslanla karşılaşabilir. Hatta daha modern versiyonlarda, bizim Kırmızı Başlıklı Kız, bir İstanbul mahallesinde temkinsiz geziyor olabilir.

“Her masal bir yolculuk...” 
Masallar, öncelikle ruhun iç yolculuğu. Aslında bütün kahramanlarda biz varız. Ormana giren Kırmızı Başlıklı Kız, bizim saf çocuk yanımız ve ormanda yaşadıkları sayesinde bu çocuk büyüyor. Daha üst seviyede büyükanne ve anne yani aile içi ilişkiler ve kıskançlık var. Babaların farkındalık eksikliği sebebiyle, annenin çocuğu sahiplenmesi ve aç kalacak endişesi var. Masallarda iyi ve kötü anneden de çok bahsediliyor. Masalın başlangıcında iyi anne genellikle ölüyor. O, hep seni seven, hep sana bakan iyi anne. Peki annenin ölümüyle ne oluyor? İyi anne, geride bıraktığı bir ağaç, bir bebekle, aslında enerji olarak hala var olabilir. 

Örnek olarak Vasilis’in bebeği, annesi gibi onu koruyor. Yalnız bu iyi anne, çocuğun büyümesini engelleyen bir annedir. Çünkü bu iyi anneye kalsa, çocuk kendi yemek yiyemez. Risk alması gerekmez. Bu iyi anne, çocuğun her dediğini yapmaya çalışıyor. Bu sebeple bebeği daima bebek olarak kalıyor. Kötü anne, “hayır, sen bu kaşıkla kendin yemeğini yiyeceksin, çünkü o yaşa gelmişsin” diyor. Bütün anneler hem çok iyi, hem çok kötüdür. Çünkü bütün anneler, hem çikolatalı pasta, hem de ıspanak yapar. Çocuğa göre ıspanak yapan anne bir cadıdır. Üstelik, sadece yapmıyor bir de zorla yediriyor. Çocuk da içten içe, “iyi annem ölmeseydi, bu cadı gelmeseydi” diyor. Çocuğun içinde annesine karşı bir nefret olabiliyor. Anneler onlara göre çok kötü şeyler yapıyor. Uyusun diye yatağa gönderiyor, ıspanak yapıyor, ödev yaptırıyor, sınırlar koyuyor. 

Çocuğun büyümesi amacıyla bu kuralları koyan anneye karşı çocuğun içinde bir nefret olabiliyor ya da şiddet hissedebiliyor. Ama ona karşı duyduğu bu şiddeti mağdur olacağı için bastırıyor. Aslında cadı, bu öfkeyi ortaya çıkaran bir simgedir. Yetişkin hayatımızda kimse bize bu kadar baskı kurmuyor. Kimse bize sevmediğimiz yemeği zorla yediremiyor. 

“Aşk, tam ve eksiksiz olma hali...” 
Masallarda kahramanı aslında prens değil, aşk kurtarır. Aşk sadece romantik aşk anlamına gelmiyor, aşk tam olmak demektir. İçimizdeki o derin eksikliği gidermek için birçok sahte prenslerin peşinden gidiyoruz. Bazen de tüketimle veya işle doldurmaya çalı- şıyoruz. Aslında aşkla doldurmamız gerek. Bu, ilahi ya da ekolojik aşk olabilir. Eğer birisi, gerçekten hayattaki tek kurtuluşunu evlilik olarak görüyor, bir kadın sadece koca bulması ve ona bakması gerektiğine inanıyorsa, bir masalı anlattığı zaman da öyle aktaracaktır. Bir zamanlar evlilik, kadınların anne ve babasından ayrılmasının tek yoluydu. Şimdi ise kadınlar daha özgür. Bu masalı anlattığı zaman, artık amacının tam ve eksiksiz olma haline ulaşmak olduğunu biliyor.

Ben masallarla büyüdüm. Annem babam evli değildi, 40 sene beraber yaşadıktan sonra, üç sene önce evlendiler. Benim sosyal çevremde, aşk çok üstün bir değerdi, ama evlilik o kadar da değerli değildi. Bana bir sürü masal okundu ve sonunda insanlar evlendi. Ben bu yaşıma geldim ama hala evlenmedim. Evliliğe karşı olduğum için değil, sadece evlenmem gerektiğini düşünmüyorum. 




“Masallarda ailemiz…” 
Masallarda kız kardeşlerin arasındaki kıskançlıktan açık açık bahsedilir. Kız kardeşlik vahşi bir şeydir. İster istemez o öyle, ben böyleyim karşılaştırması vardır. Bir sürü masalda kardeşler, üçüncü bir kardeşi kıskandığı için kuyuya atıyor. Ve biz masalı dinlerken, hem kuyuya atan, hem de kuyuya atılmış kardeş oluruz. Çocuklar bu durumda cinayetten değil, sadece derin bir kıskançlıktan bahsettiğimizin farkındalar. Çünkü onlar da annelerine “seni öldürmek istiyorum” derken, içlerindeki o derin kıskançlığı anlatmak isterler. 

 Bu duyguyu psikolojik açıdan ifade edemediklerinden, masallar aracılığıyla bunu dile getirirler. “Kıskanmak” nedir aslında? Masallarda kıskanmak, kıskandığımız kişinin güzelliğini ya da başarısını kimsenin görmemesini sağlamak ve onu kuyuya atmaktır. Aslında hiç kimse kuyunun dibinde ölmez, orada başka dünyalar, genellikle bilgelik bulur. Bir alt dünyaya, derin bir psikolojik dünyaya gider. 

Birisi sizi kıskanıyorsa, ışığınızı söndürmeye çalışır. Ama siz, derin kuyular içinde kendinize ait başka bir cevher bulursunuz. Masallarda alt dünyalarda karanlık yoktur. Mücevher dolu ağaçlar vardır. Yani içimizde, derin ve karanlık yerlerimizde bulunan altınların keşfedilmesi ve bir mücadeleden çıkabilmenin öğrenilmesi vardır. 

 “Masallar bize vahşi mi geliyor?” 
Masalda her karakter bir arketiptir aslında. Külkedisinin kız kardeşleri gibi. İki ablası var. Ayakkabıyı denetmeye geldiklerinde, anne kızlarına “senin için küçük olan bu ayakkabıya ayağını sokarsan kraliçe olacaksın, biraz efor sarf et başparmağını kes ve ayakkabıya sığ” diyor. Başparmak kesiliyor, ayakkabıya giriyor ancak yolda prens kanlı ayakkabıdan anlayıp kızı geri getiriyor. İkinci kız kardeş de ayakkabıya sığabilmek için ayağını törpülüyor ama prens yine anlıyor. Bu masalda da birinci ve ikinci kız kardeş biziz aslında... Kaç kişi annesinden “efor sarf et, doktor olacaksın” gibi cümleleri duyar hayatı boyunca. 

Belki doktor olmak değil, müzisyen olmak istiyoruz. Ama doktor olmak için, ruhumuzdan bir parçayı kesmemiz gerekiyor. Masallar bu bakış açısıyla bize vahşi mi geliyor? Masalda sadece bir başparmak kesiliyor. Fakat çocuğu doktor ya da mühendis olmaya zorlamak bize vahşi gelmiyor. Ben bu iki durum arasında hiç bir fark görmüyorum. 

Masal herkes prensle evlensin demiyor ki, seni tam ve eksiksiz yapacak şey ne ise, onu ara bul diyor. Aşkı bul, kendi prensini bul, müzisyen ol, doktor ol, mühendis ol ya da ev kadını, anne ol diyor. Sen hem büyük kardeşsin, hem külkesidisisin. Bazı durumlarda bize ait olan ayakkabıları giydik, bazılarında da bize ait olmayan kaç ayakkabıya girdik.


Roportajın tamamını http://www.tsde.org/KiDergi/004d5cad3600456285a0029731d43bb1.pdf adresinden okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Fikrinizi paylaşın