Son yazımda ismini “Beyaz Yakalı Kadınlar” olarak
belirginleştirdiğim, kentli yeni nesil kadınlar üzerine, bloğumu açtığımdan
beri sıkça yazıyorum. Beyaz Yakalı Kadınlar; yani evleninceye kadar hatta anne
oluncaya kadar sosyal yaşamın ve iş yaşamının içinde kendine bir yer edinmişken
yaşamında olan bu değişiklikle birlikte o güne kadar kurduklarının kâğıttan bir
kule gibi yıkılışını izleyen, izlemek zorunda kalan, bırakılan kadınlar, sıkça
konuk oluyorlar bloğuma. Çünkü biliyorum ki bu şekilde yaşamını sürdürmeye
çalışan yüzlerce kadın var. Geleneksel bir ebeveynliği içselleştirmiş -gördüğü
bu olduğu için- ancak vizyonu yalnızca ebeveyn olmak üzerine kurulmamış olan
-bu şekilde yetiştirilmediği için- yüzlerce kadının diploması evindeki bir
çekmecede, kendisi de bu “modern” yaşamın içinde terk edilmiş durumda. Bu yazı da genel olarak bu kadınlar ile ilgili
olacak.
Geçtiğimiz günlerde Türkiye'nin ilk kadın kariyer sitesi
Hikayesi Girişim’in düzenlediği Toplumsal Cinsiyet Eşitliği eğitimindeydim.
Büyükçekmece Belediyesi destekleri ile hazırlanan eğitimin konuşmacısı Bahar
Şen Kazancı ile yolumuz bu eğitimde kesişti. Eğitimde verdiği bilgilerden
öylesine etkilenmiştim ki üzerinde konuşmak ve benim “Beyaz Yakalı Kadınlar”
ismini verdiğim bu kadın profili hakkında değerlendirmelerini almak üzere kendisinden
bir randevu istedim, birkaç gün sonrasında da buluştuk. Tahmin ettiğimden de
zevkli ve doyurucu geçen bu sohbeti bloğun okuyucularıyla paylaşmazsam
haksızlık olacaktı.
Sevgili Bahar Şen Kazancı, tanıdığım en feminist kadınlardan biri. Kadın- Erkek eşitliği, (daha doğrusu eşitsizliği) üzerine saatlerce konuşabilir. Siz de hayranlıkla dinlersiniz. Zaten bizim buluşmamız da bu şekilde geçti.
Ebeveynlerin çocuklarına verdikleri mesajlarla bilinçaltını
nasıl etkilediğinden, bunu yaparak farkında bile olmadan cinsiyet ayrımına yol
açtıklarından bahsettik önce. Küçücük yaşta çocukları oyuncaklarla, renklerle,
giysilerle nasıl ayrıştırdığımızı konuştuk.
Evet, oğlanlar arabayla, kızlar bebekle oynar, daha bebeğin
cinsiyeti öğrenildiği anda odası pembe ya da mavi hazırlanmaya başlanır, kız
gibi ağlamak, erkek gibi kavga etmek yakıştırılmaz karşı cinsten olan
çocuklara… Farkında olmadan cinsiyet ayrımını nasıl ince ince işliyoruz. Bize
nasıl ince ince işlenmiş ki bunları yaptığımızın farkına bile varmıyoruz. Bir
dönem erkek çocuklar bebekle de oynamalı diyerek bir farkındalık çalışması
yapmıştık. Onu anımsadım bunları konuşurken. Öylesine sert tepkiler almıştık ki
erkek çocuğun “kız oyuncaklarıyla” oynamasının cinsiyetine zeval getireceğinden
korkan ebeveynlerden, şaşırmıştım. Erkek baba olmuyormuşçasına bebekle oynamasını
reddederken aynı erkek baba olduğunda bebeğiyle ilgilenmesini bekliyoruz. İlgilenmediğinde
de şaşırıyoruz, kızıyoruz.
Farkında olmadan verdiğimiz bu cinsiyetçi mesajlar oyuncaklarla,
renklerle olduğu kadar laf arasında farkında bile olmadan sarf ettiğimiz
cinsiyetçi sözlerle de geçiyor çocuklarımıza. “Adam olacak çocuk” dediğimiz
çocuklarımızı bu örtük cinsiyetçi kavramlarla yetiştirmeye devam ettiğimiz
sürece “adam” değil “insan” olabilmeyi, en azından cinsiyet eşitliği açısından
başarabilecekler mi acaba? Dilimizde hep bir “adam” var. Adam olmak, adam gibi
durmak, adamdan saymak… İş kadınlara geldiğinde de karı gibi gülmek, karı gibi
kıvırtmak, karı gibi nazlanmak. Kendi algımızı, dilimizi, seçimlerimizi
değiştirmediğimiz sürece kadının var olma savaşına destek olabilmemiz mümkün
değil görüldüğü gibi. Çünkü bu davranışlar, bu sözler nesilden nesile
aktarılarak bu eşitlik bilincinin oluşmasına engel oluyor.
Cinsiyetçi yetiştirme tarzından bahsederken konu kadın-
erkek eşitsizliğinin boyutlarına, oradan da kadınlar hakkında yapılan
araştırmalara geldi. Ne acı ki, bu istatistik çalışmalarının çoğu o yıl kaç
kadının öldürüldüğü, kaç kız çocuğunun okulu bıraktığı, kaç çocuğun
evlendirildiği, kaç kadının cinsiyetçi şiddet mağduru olduğu üzerine. Tahmin
edebileceğiniz üzere durum hiç iç açıcı değil.
Bu çalışmaların arasında nadir de olsa kadının yaşam
tarzının çocukları üzerinde nasıl etkileri olduğu ile ilgili çalışmalar da var.
Örneğin, Harvard Bussiness School’da yapılan bir araştırmada çalışan annelerin
kızlarının, ev kadını olan annelerle büyüyen akranlarına oranla %23 daha fazla yönetici
pozisyonuna bir işe sahip oldukları ve bu akranlarından daha fazla para
kazandıkları ortaya çıkmış. Çalışan annelerin oğulları ise, ev kadını annelerle
büyüyen akranlarına oranla ev işleri ve çocuk bakımında daha fazla sorumluluk
yükleniyorlar. Bu veriler şu açıdan da çok anlamlı ki; biz iyi bir şey
yaptığımızı düşünerek çocuklarımızı kendimiz büyütme kararı alırken, aslında
bir noktayı gözden kaçırıyoruz; çocuklarımızın içinde yetiştiği aile modelini
benimsediğini. Farklı bir model alarak
öğrenme araştırması da aile içi şiddet üzerine yapılmış. Kocasından şiddet
gören kadınların %25 ila %75 inin çocukken fiziksel ya da cinsel istismara
maruz kaldığı ya da buna şahit olduğu, babasının annesine şiddet uyguladığını
gören erkek çocuklarının ise benzer deneyim yaşamamış hem cinslerinin 3.5 katı
civarında bir oranla eşlerine şiddet uyguladıkları belirtiliyor bu çalışmada. Araştırmadan
da anlaşılabileceği üzere, şiddet içerisinde büyüyen çocuklar, problem çözme
yolu olarak şiddet uygulamayı öğreniyor. Ve nesilden nesile aktarılan bir
şiddet zinciri oluşuyor.
Görünen o ki, sağlıklı nesiller istiyorsak bazı döngülerin
artık kırılması gerek. Öncelikli olarak da her türlü şiddetin yaşamımızdan
uzaklaştırılması gerek.
Özellikle de kadının yaşadığı şiddetin aile yaşamındaki
süregelen tehdidinden kurtulmak gerekiyor.
Birleşmiş Milletler Kadına Karşı Şiddetin Engellenmesi
Bildirisi, kadına karşı şiddeti; “ister özel yaşamda ister toplumsal yaşamda
olsun, tehdit, cebren ya da keyfi olarak özgürlükten alıkoymak da dahil olmak
üzere kadına fiziksel, cinsel ya da psikolojik zarar veren ya da verebilecek
olan cinsiyete dayalı her türlü hareket” olarak tanımlamış. Bunu aile içindeki
şiddet çerçevesinde değerlendirecek olursak; kadının istemediği durumlarda
cinsel ilişkiye zorlanması, ev işi yapmaya zorlanması, ailesiyle ya da
arkadaşlarıyla görüştürülmemesi, çalışma ve okuma hakkının elinden alınması,
alay ve hakarete maruz kalması kadına şiddet kapsamında. Dolayısıyla toplumun
dayattığı rollerin kadının dramı haline getiriliyor oluşu da kadına şiddet olarak
değerlendirilmeli. Aslında hepimiz toplum tarafından şiddete uğratılıyoruz. Bu
fiziksel bir şiddet olmasa bile kadın, evi dışında bir işi olsa dahi evin,
evdeki bakıma muhtaç bireylerin ve kocasının bakımını ve sorumluluğunu
üstlenmek zorunda bırakılıyor oluşu ile tanımda bahsedilen ev işini yapmaya
zorlanma, kocasının gönlünü yapmaya zorlanma, işinden ya da okulundan vazgeçmek
zorunda bırakılma baskısı ile psikolojik şiddete uğruyor.
Cumhuriyetle birlikte kadınların eğitim, siyasi temsil ve
istihdam alanlarında kâğıt üzerinde aldıkları haklar, toplumun geleneksel değerleri
ile örtüşmediğinden kadının hareket alanı teoride olduğu kadar pratikte
genişleyemedi. Aile içerisinde yapılagelmiş olan cinsiyete dayalı iş bölümü kadının
kâğıt üzerindeki haklarını kullanmasını engelliyor öncelikle. Erkek eve
bakmakla yükümlü kılınırken, kadının asli görevi evini, kocasını ve çocuklarını
idare etmek ve varsa evde bakıma muhtaç olan diğer kişilerin sorumluluğunu ve
bakımını üstlenmek olarak belirlenmiş. Kadının çalışmasına ancak bu asli
görevlerini eksiksiz yerine getirmeye devam etmesi koşulu ile izin
verilebiliyor. (Hatta yakın bir zamana kadar medeni kanun da böyle
öngörmekteydi) Hal böyle olunca, kadın bir noktadan sonra evinin
sorumlulukları ya da iş hayatı arasında tercih yapmak zorunda kalıyor. Çünkü
zaten kadının aldığı maaş evin ikincil geçim kaynağı, olmasa da olabilecek bir
gelir olarak görülüyor. Çalışmanın aynı zamanda sosyal güvence ve emeklilik
anlamına geldiği ve kadını güvence altına aldığı göz ardı ediliyor. Kocası olan
bir kadının bunlara ihtiyaç duymayacağı varsayılıyor ve bu varsayım üzerinden
kadın biraz da kocasına mahkûm bırakılıyor. Kadın evinde, hiçbir maddi
karşılığı ve sosyal güvencesi olmadan dünyanın en ağır işlerinden birini, ev
kadınlığını bedelsiz bir biçimde yapmaya zorlanıyor. Çünkü toplumun kadına
verdiği görev bu. 1989 Yılında yapılmış Kadının Kendini Algılaması konulu
araştırmada “Başarılı Kadın” dendiğinde kadınların kendini “iyi bir eş ve iyi
bir anne olabilmek” üzerinden değerlendirdiği ortaya çıkmış. Aynı şekilde
erkekler için de “Başarılı Kadın” tanımı ev işlerinin ne kadar aksatıldığı
üzerinden ölçüldüğü gözlenmiş. 1989 yılından bu yana bir adım öteye gidemediğimizi,
kadınlığın başarısının evin temizliği ve çocukların bakımı ile ölçülmeye devam
ettiğini düşünüyorum.
Kadının iş gücüne katılımı üzerine yapılan araştırmaların sonuçları
da bu düşüncemi destekler nitelikte; bekar ve genç kadınların iş yaşamına
katılım oranı (20-24 yaş aralığı) en yüksek düzeydeyken 30’lu yaşlara doğru
evlilik ya da gebelik nedeniyle iş yaşamından uzaklaşılıyor, çocukların
büyüdüğü 35-44 yaşları arasında tekrar işe dönüş ve eskisi kadar olmamakla
birlikte bir yükselme görülüyor. Emeklilik yaşındaki kadınların büyük çoğunluğu
çalışmaya devam etmiyor. Kadınlar ya erkenden emekli oluyor ya da emekliliğe
hiç hak kazanamadan 7-8 yıllık bir katılımla iş yaşamından ayrılıyor. Çalışmaya
devam eden kadınların ise ev ve çocuk sorumlulukları nedeniyle karşı cinslerine
oranla daha az maaş aldığı, daha fazla stres yaşadığı ve daha fazla sorumluluk
gerektiren üst düzey mevkiler için terfi alamadığını görüyoruz bu
araştırmaların sonuçlarında. Kadının kendini gerçekleştirmek üzerine çabası
çocuklarının ve ev sorumluluğunun izin verdiği ölçüde. Çünkü toplum başarısını
bunların üzerinden ölçüyor. Kadın olmayı annelik ve temizlik üzerinden tanımlayarak
ve anne olmayı, ev kadını olmayı kutsallaştırarak kadınları iş yaşamından ve
toplum yaşamından vazgeçmek zorunda bırakıyor.
Yapılan araştırmalarla, kendi yaşantımızdan bildiğimiz
örneklerle, şahit olduklarımızla uzun uzun kentli kadının yaşamının
çıkmazlarını konuştuk. Bu konuda yazacak ve konuşacak çok fazla şey var ve bu
harika sohbetin tadı damağımda kaldı. Kazanımlarım da yanıma kar. Kendimde
değiştirmem gereken pek çok şey gördüm mesela. Ne kadar cinsiyetçi bir dilim
olduğunu fark ettim. Çocuk büyütmeyi annenin görevi olmaktan çıkartmaya
çalışırken sosyal medyada hep anne-bebek üzerine paylaştığımı ve “anne olmak”
üzerine yazdığımı fark ettim. Bundan böyle eşit miktarda baba-bebek
paylaşımları ve “anne” sözcüğümü “ebeveyn” sözcüğü ile değiştirmiş olarak karşınızda
olacağım.
Bir şey değişir. Her şey değişir.
Sevgiyle.